Entel Bülten 20 Ocak 2021

Entel Bülten 20 Ocak 2021

Sevgili dostlar;


Artık yeni sene ile birlikte daha sık ve düzenli bir şekilde karşınıza çıkmaya özen
göstereceğiz.

 

Hep beraberce sıkıntılı günlerden çıkıp bol kitaplı, koleksiyonlarımızla haşır neşir; keyifli sanat ve kültür haberlerini paylaşarak daha güzel ve umuyoruz daha sağlıklı günlere doğru beraberce yolumuza devam ederiz.
 

Geçen hafta geniş bir şekilde bahsettiğimiz ‘Anılar ve İmzalar’ müzayedesinde,
kurcalanacak derinine incelenecek; en azından ilgili hikayeleri anılacak çok malzeme var. Bunların bazılarından bahsetmek isteriz. Öncelikle rahmetli dostumuz Yusuf Çağlar’ı bir kez daha anmak için kısa bir süre evvel bir internet sunumuna hazırlanan kulunuz ‘baş entel’in bir karikatürünü çizmiş ve haleti ruhiyesini İngilizce olarak yazmış. Rahmetli son dönemde çok meraklıydı İngilizceye.

 

 

Söz ‘Anılar ve İmzalar’dan açılmış idi. Acaba neden dönüp dolaşıp bu konuya geliyoruz? Vallahi, konu çok keyifli ama bu bültende ‘reklam yerleştirme’ var. Şöyle söyleyelim WhatsApp dan çıkabilirsiniz ama bizim dolaylı reklamlarımızdan kurtulamazsınız. Çünkü çok basit: konu çok keyifli, hikayeler şahane. Mesela Refik Ahmet Sevengil’in terekesinden çıkan şu fotoğrafa bakar mısınız? Hanımları bir kenara koyalım, daha doğrusu ‘başımıza taç yapalım’ Diğer beyleri de başka bir kenara. Özellikle iki kişinin muhabbeti ile ilgili bakındık, neler bulduk. Yok merak etmeyin ‘Hüseyin beyin ne güzel turşu, komposto, reçel yaptığından tığ ile ördüğünden, ya da Refik Ahmet için ördüğü takkenin nerede olduğundan’ dem vurmayacağız.


Hulusi beyden bahsedeceğiz. Emekli miralay, 1933 yılında ölünce Hüseyin Rahmi Gürpınar neden bu kadar sarsıldı? Yani ne kadar sarsıldı? Kalkıp Sait Halim Paşa’nın davetini kabul edip Mısıra gidecek kadar.

 
 
Refik Ahmet Sevengil'in makalesinin tamamı için tıklayınız
 
 

Miralay Hulusi bey ve Hüseyin rahmi için Refik Ahmet bey der ki: Elli yıl arkadaşlık ettiği kendisi gibi bekar mütekait Miralay Hulusi Bey’in Hüseyin Rahmi’ye Hüseyin Rahmi’nin ona gösterdiği dostluk ve sadakat 20. asrın ahbaplıkları arasında eşine tesadüf edilmesi mümkün olmayan bir vefa ve feragat şaheseri sayılmalıdır.


Selim İleri ise daha da farklı açıklıyor: ‘Büyük romancının en iyi arkadaşı Hulusi Bey’dir, hiç şüphesiz böyle dostluk da bir aşktır. (...) kalın kaşlı pos bıyıklı Hulusi Beyle Hüseyin Rahmi az gezip tozmamışlar. Güllü Agop’un hiç bir temsilini kaçırmazlar, direklerarasını beraber dolaşırlarmış.’

 

Mevzuu tabii ki uzatabiliriz. Hüsyin Rahmi’nin ne kadar titiz ve temizlik hastası, Hulusi beyin yazarın tüm eserlerinin ilk okumacısı olduğunu, Hüseyin Rahmi’nin sansür ile muhtelif devrelerde haşır neşir olduğunu, 1924 yılında ‘Son Telgraf’ gazetesinde tefrika edilen ‘Ben Deli Miyim?’ isimli eseri ile ilgili ‘namusa ve ahlâka aykırı yayın’ nedeni ile dava açılması üzerine, aynı gazetede yayınladığı mektup şöyle bitiyor: Ben susayım, lâkin bu ictimâî marazlar cemiyeti inletiyor. Yaralar işliyor. Her gün artan mikropların virüsleri etrafa yayılıyor. Susmak, Abdülhamit devrinde bu, Meşrûtiyet’te bu, Cumhuriyet’te de mi böyle olacak?”


Müzayededeki mektuplarda biri Hulusi beyin vefatını müteakiben Refik Ahmet’e yazdığı mektuptur. Ama hangisi bilmiyoruz. O kadar Osmanlıcamız olsa zaten Kim bize Entel diyebilir ki..

 

 


Geçen hafta İstanbul Ansiklopedisi ve Reşad Ekrem’in ithafında Sadi’nin dizelerini okuyup anlayıp Türkçeleşmesinde yardımcı olan Cemal Kafadar iki şeye kızmış. Birincisi Farsça metin yanlış yazılmış geçen bültende:

Ne ber-uştur bisuvârem ne çu ester zîr-ı bârem
Ne hudâvend-i ra’iyyet ne gulâm-i şehriyarem.

Şeklinde düzeltmek üzere uyardı. Diğeri de kendisinden bahsederken “bi daha sefere “prof c. kafadar hocamız” yerine “bizim Cemal” ya da “bizim Rami’li Cemal” yeterlidir:)” diye de uyardı.

 
 
Geçen haftanın Entel Bülten'i
 

 

Librakons

 
 

 

Unutulmuş bir efsane: Küçük Vali
 

1900 yılında doğdu. Adı Fahrettin Kerim’di. Sonra Gökay soyadını aldı.
1922’de Tıp Fakültesinden mezun oldu, Münih’te akıl hastalıkları kliniğinde ihtisas yaptı. Seksen yılı aşkın yaşamında doktor, Yeşilay’cı, İstanbul valisi ve belediye başkanı olarak tanındı. Boyundan iki kat uzun elliye varan kitabı yayınlandı. Karikatüristlerin çize çize bıkmadığı ünlü “Küçük Vali”mizdi. Bundan kırk yıl kadar önce 22 Temmuz 1982’de öldü.

 

Yıl 1924, Cumhuriyet yeni kurulmuş. İstanbul’un tek akıl hastanesi Üsküdar’da eski bir külliyede kurulu Toptaşı Bimarhanesi. Ama artık bu eski mahzenlerden kurtulmak gerekiyordu. Ötelerde. Bakırköy’de metruk duran Reşadiye Kışlaları ise civar köylüler tarafından talan ediliyordu. Burası Birinci Dünya Savaşı sırasında yaptırılmaya başlanmış, fakat inşaat yarım kalmıştı. İşgal yıllarında Senegalli zencilerden oluşan Fransızların Gifar alayı buraya yerleştirilmişti. Onların tahliyesinden sonra uzun süre boş kaldığından harabe haline gelmişti.[1] Hastanenin başında olan Mazhar Osman, asistanı Fahrettin Kerim’e hızla Bakırköy’deki bu binaları ele geçirmelerini buyurdu. Hükümeti de arkalarına almışlardı. Fahrettin Kerim, kararı verenleri “Cumhurbaşkanı Atatürk, İsmet İnönü, İstanbul Merkez Kumandanı Atıf Bey, Milli Müdafaa Vekili Kazım Özalp ve Sıhhiye Vekili Refik Saydam Bey,” olarak sıralar.[2]

İstanbul’da karlı bir gün başlamıştı. Hastanenin şöför Remzi tarafından kullanılan eski Berliye marka kamyonuna 25 hasta, üç hastabakıcı ile binen Fahrettin Kerim harekata başladı. Üsküdar vapurlarının ilk postası ile karşıya geçildi. Metruk binalara girildi. Elektrik ve su yoktu. “Beş numara bir petrol lambası ışığımız, teneke ibrikteki su da temizlik vasıtamızdı,” diye anlatır Fahrettin Kerim. Bakırköy’e göç edilmesine edilmiştir ama sorunlarla mücadele etmek taşınmaktan daha zordur. Devamı şöyle gelir: “1100 dönümlük arazi kime aitti? İstibdat yıllarının günahı olarak tapu işlerinin intizamsızlığı malumdu; evvela tasarruf ettiğimiz yeri bilmek lazımdı. Bunun için mühendisler getirilerek arazinin haritası yaptırıldı, hudutları tesbit edildi. Pürüzlü ihtilaflar halledildi. Sonra isler içerisinde kararmış yıkık duvarlar, çatısı harap paviyonlar yavaş yavaş tamir edilmeye başlandı.” [3]

 

 


İçki düşmanı gazete!

Fahrettin Kerim Bakırköy Akıl Hastanesi’nde şef olarak çalıştıktan sonra, 1926 yılında Tıp Fakültesi Psikiyatri Kürsüsü “müderris muavinliği” sınavını kazandı. Ancak 1928’e kadar Bakırköy’deki görevini sürdürdü. 1927’de evlendi. 1933’de profesör, daha sonra da ordinaryüs profesör oldu. O yıllarda Yeşilay (aslında daha adı Yeşil Hilal’di) genel sekreteri ve “İçki Düşmanı Gençler Derneği” genel başkanı olarak da çalışmalarını sürdürüyordu. 1935 yılında Hikmet Feridun Es’in yaptığı röportajın başlığı “İçki düşmanı deli doktoru Fahrettin Kerim"di. Röportajın daha girişinde, o dönemde bile ne kadar çok tanındığını anlıyoruz: “Üstad, bu yaşta bu şöhret... Fakültede hocalık... Bir çok büyük cemiyetlerde başkanlık... Bazı tıp mecmualarının sahipliği... Sonra hastaneler...” Fahrettin Kerim, bunca çalışmaya karşın bu denli dinç kalmasının nedenlerini şöyle sıralar: “Hayatımda ağzıma içki koymamışımdır. Cigara içmem. Taş çatlasa uykumdan fedakârlık etmem... Diğer arta kalan dünya zevklerinden hiçbirini iptilâ şekline sokmamışımdır.” Ama daha sonraki satırlarda kahve tiryakisi olduğunu itiraf etmek zorunda kalıyor: “Kahveye bayılırım... Günde 3 kahve içerim.” Özel hayatı ile ilgili bir kaç ipucu da veriyor: “Bahçede çok meşgul olurum. Kalabalıktan daima kaçarım. Dağda bayırda dolaşmasını pek severim. Balolardan adeta kaçınırım.”[4]

O dönemin basının diline doladığı bir yayın organının sahibi ve baş yazarı da elbette Fanrettin Kerim’dir. “Yeşil Hilâl ve Türkiye İçki Ayehdarı Gençler Cemiyetinin fikirlerini neşreden” bu yayın İçki Düşmanı Gazete’dir. Gazete cemiyetin haberleri yanısıra, rakı kurbanlarının aylık takvimini, beden terbiyesinin önemini, içki sonucu sakat kalan çocukları ve içkisiz içecekleri tanıtan yazılarla dolu. Bu gazetenin Nisan 1933 tarihli dördüncü sayısında yayınlanan, Fahrettin Kerim’in derneğin bir müsameresinde yaptığı konuşmada, içki düşmanlığının tarihi anlatılır:

“Bundan on üç sene evvel memleket en kara günlerinden birini yaşıyordu. Türkün mevcudiyetine nihayet vermeye azmetmiş istilâ ordusu, kendisiyle birlikte manevi ahlâkımızı soyumuzu bozacak vasıtaları da beraber getirmişti. Dünyanın muhtelif köşelerinden variller ve fıçılarla getirilen zehirli içkiler Türk benliğini, Türk beynini ve Türk neslini imha ediyordu. İşte bu kara günde bir avuç mütefekkir [fikir adamı] Matbuat Cemiyeti salonunda Yeşil Hilâl’i kurdular ve içkinin fenalığı hakkında toplu şekilde ilk irşat [uyarı] sesi yükseldi. O güne kadar bu memlekette şairler, yazıcılar ilhamlarını ‘mey’den almış, muhitlerinde ‘bade’ terennüm etmişlerdi. Hayata atılan gence ilk muaşeret vasıtası olarak kadeh uzatılır, akşamcılık öğretilir, içki hayatın zarureti, ayrılmaz bir lazımesi olarak telkin edilirdi. Memleket içerisinde gayrı Türk hekimler, aperatif olarak iki zehrini tavsiye ediyorlardı. İşte böyle hazırlanmış bir muhitte, Yeşil Hilâl pervasız sesini yükseltti.”

 

 

 
 
 

 


İçki yasağını ekonomi deldi

Kurtuluş Savaşı’nın en kritik günlerinde, 14 Eylül 1920’de, Ankara’da kurulan Birinci Meclis’te muhafazakârların sunduğu “içki yasağı” kanunu bir oy farkla kabul edildi. Doğal olarak Yeşil Hilâl bunun arkasında durdu. Fahrettin Kerim, “bu yeni doğan Yeşil Hilâl için en büyük kuvvet oldu,” demekte, ama ilerleyen satırlarda üzüntüyle eklemekte: “Fakat arkadaşlar zaferden biraz sonra iktisadî zaruretler itiraziyle ‘içki yasağı kanunu’ kaldırıldı. Fakat Yeşil Hilâl mücadelesinden vazgeçmedi.”

 

Fahrettin Kerim, konuşmasını “Moda, fantezi diye likörden başlayarak içki afetine kendini kaptırma” diye bitiriyordu, ama onu dinleyen kimdi? Tiryakiler, ona inat, küçük rakı isterken “ Ver bakalım bir Fahrettin Kerim” diyorlardı. Söylemeyi unuttuk herhalde, Gökay’ın boyu oldukça kısaydı..

1949 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde profesörken İstanbul Valiliğine ve Belediye Başkanlığı’na atandı. Şöyle anlatır: “Vali olunca kürsüme veda ettim. Nöroloji Kliniğini Cerrahpaşa’ya, Akliye Kliniği’ni de gecekonduları yıkarak Çapa’ya getirdim. Bunu mesleğime olan sadakatim için yaptım.”[5] 1950 seçimlerinden sonra da valiliğini sürdürdü. Bu “her devrin adamı” olma özelliğini, onun tarafsızlığına bağlayanlar olduysa da, en üst derecedeki bir mason olmasının da bunda rolü olduğu açıktı. İstanbul Valisi olarak imar faaliyetleri, açtığı yeni okullar, Gülhane Parkı’ndaki “Çiçek ve Bahar Bayramı” ile ün yaptı. Tanzim satışları ve Migros’un kurulması da onun döneminde gerçekleşti. Zeytinburnu ve Kazlıçeşme de aynı yıllarda şehirleşti. Ünlü bir icraatı da “klakson yasağı” idi. Fikret Adil, Gökay’ın valilikten ayrılmasının ardından bunu şöyle anlatır: “Şüphe yok ki sevimli F.K.G.nin bu şehir için en büyük ‘icraatı’ klâkson yasağı olmuştu. Gürültünün sinirler üzerindeki tesirini onun kadar bilen pek az isan vardır. Asıl mesleği olan hekimlik, bu işin bir an evvel ele alınmasını emrediyordu. Aldı ve başardı.”

 

 
 
 

 


Karikatüristlerin sevgilisi

Fahrettin Kerim Gökay, valiliği döneminde basının yoğun ilgisi ile karşılandı. Her gün onunla ilgili çıkan haberler yanısıra, karikatüristlerin de baş malzemesi olmuştu. Hakkında çizilen karikatürler koca bir albümü doldurur. Fikret Adil yukardaki yazısında bu konuya da değinir:


“Sevimli F.K.G.’nin en büyük meziyeti hiç şüphe yok ki tenkidlere, hatta hücumlara gösterdiği tahammüldür. Zannetmem ki dünyada onun kadar çok karikatürü yapılmış bir başka idareci bulunsun. İstanbul Valiliği ve Belediye Başkanlığı mevkilerini işgal etiği sekiz yıldan fazla müddet içinde, muhtelif günlük gazetelerde, haftalık mecmualarda sayısız fotoğrafları yanında bir o kadar, hatta daha fazla karikatürü çıkmııştır. Genç karikatürist Nihat Bali, ‘Küçük Vali’ isimli bir karikatür serisi bile yapmıştı. Sevimli F.K.G.’nin asgari bir hesapla, bu güne kadar beş bin karikatürü çıkmıştır. Asıl hesabını kendi bilir, çünkü ‘publicité’ bakımından eşsizdir. Onun camilere girerken bile alkışlandığını görmüşümdür.”[6]

1957 yılında “sekiz sene, 27 gün, 9 saat, 11 dakika süren” İstanbul valiliğinden ayrılmasının ardından da şöyle yazılıyordu: “İstanbul’a şimdiye kadar bir çok vali gelip geçti. Fakat İstanbul halkının kendisinden en çok bahsettiği Vali ve Belediye Reisi muhakkak ki Dr. Fahrettin Kerim Gökay oldu. Gün geçmezdi ki gazeteler sütun sütun kendisinden bahsetmesinler. Akşam radyoyu açardınız, oynayan bir skeç arasında bile bazan, “Minimini valimiz... Ne olacak halimiz...” diye ondan dem vurulduğunu işitirdiniz. Bir zamanlar “Gökte Allah, yerde Fahrettin Kerim” sözü bir atasözü gibi dillerde dolaşıyordu.”[7]

Fahrettin Kerim’i görevden alan hükümet onu Bern Büyükelçiliği’ne atadı. 1960’a kadar bu görevi sürdüren Gökay, 27 Mayıs darbesinden sonra, Yassıada’da 6-7 Eylül olaylarından sorumlu tutkulmuşsa da, sonunda beraat etti. 1961 seçimlerinde Yeni Türkiye Partisi’nden İstanbul Milletvekili seçildi. İsmet İnönü’nün Başbakanlığındaki koalisyon hükümetlerinde İmar ve İskan Bakanı (Temmuz 1962-Kasım 1963), Sağlık ve Sosyal Yardım bakanı (Kasım 1963-Ocak 1964) olmuşsa da 1965’de siyaseti bırakmıştır.

Ömrünün son günlerinde yapılan bir röportajdan, Gökay’ın esas olarak kendi adına kurduğu Vakıf’ta çalıştığını, bunun yanısıra “Yeşilay, Uluslararası İçki Düşmanlığı Cemiyeti, Uluslararası Akıl Hastalıkları Cemiyeti, (ve yine kendi kurduğu) Lions Kulüp”le uğraştığını öğreniyoruz. Ayrıca 55 yılını dolduran, her ay düzenli çıkan Tıp Dünyası dergisini de yayınlamaya devam etmekteydi. Önemli bir serveti olan Fahrettin Kerim Gökay 22 temmuz 1982’de öldüğünde, terekesinde 630 tapu bulunuyordu. Tüm varlığını çalışmalarını halen sürdüren Fahrettin Kerim Gökay Vakfı’na bağışlamıştı. Küçük valimiz unutulmuş bir efsanedir...

 

[1] Betül Yalçıner- Lütfü Hanoğlu, İç Bahçe (Toptaşı’ndan Bakırköy’e Akıl Hastanesi), Okuyanus Yayınları, İstanbul 2001, s.39

[2] Fahrettin Kerim Gökay (la konuşma),” Nokta İnsanlar, 23 Temmuz 1982

[3] Prof. F. K. Gökay, “Bakırköyünde on yıl,” (Cumhuriyetin 15inci senesi şerefine) Bakırköyünde ilk on seneİstanbul 1938, s. 18

[4] Yedigün, 3 Temmuz 1935

[5] Nokta İnsanlar, agy

[6] Yeni İstanbul, 1 Aralık 1957

[7] Hayat, 6 Aralık 1957

 

 

 

Librakons

 

 

Pek kimse bilmez, zamanında bilenler de artık çoktan unutmuştur ama orta okul lise yıllarımda saksafon dersleri almıştım. Hiç kimseye danışmadan bir soprano saksafon bulmuştum, oysa, başlangıç için ideali altodur, zira, nefesli sazlar küçüldükçe, çalması zorlaşır. Bunu bana, daha ilk derste, kemik gözlükleri, sevecen ama disiplinli tavrıyla Alaaddin Dal söylemişti... Keman, piyano, saksafon... Aklınıza ne gelirse çalıyordu neredeyse, dersin yarısı müzikse, yarısı hatıralarıydı.

Mesela Dizzy Gillespie ile çalmıştı, Amerikalı sanatçı orkestrayla fotoğraf çekimi sırasında kenarda duran zenci gence, “hey evlat, sen de kareye gir” diye seslenmiş ve Dal’ın kulağına eğilip şunu söylemişti: “Bu çocuğu gittiğim her yere götürüyorum, bir gün Amerika’nın en büyük müzik insanlarından biri olacak, çok yetenekli”. İşte o çocuk, henüz yirmi üç yaşındaki Quincy Jones’tur. Alaaddin Hoca her gelişinde bana tarihi bir köşkte geçirdiği çocukluğunu, yıllar boyu günde on sekiz saat müzik çalıştıktan sonra tedavi altına alındığı akıl hastanesi dönemini, Avrupa turnelerini, maceralarını, ülkeye nasıl kaçak yollardan enstrümanlar soktuğunu filan anlatır, beğendiği sanatçılardan çocuklarıyla olan ilişkisine kadar çok şeyden bahsederdi. Bir keresinde “aslında evlat babaya muhtaç değildir, baba evladına muhtaçtır” demişti, söylemesine göre bunu yıllar sonra anlayacaktım. İnsan, bazen karşısındakinden bahseder gibi görünür ama aslında kendini anlatır, kim bilir ne derdi vardı, şimdi anlıyorum.

Bir defasında bir yılbaşı kutlamasına Maçka Oteli’ne gitmiştik, orkestra salona girince, Alaaddin Hocam’la gözgöze gelmiştik bir an, bakışlarımızla selâmlaşabilmiştik sadece. Hocam, 58’de Dave Brubeck’in İstanbul performanslarında da sahne almıştı, daha değil o unutamadığım yılbaşı gecesine, doğmama bile yirmi bir yıl vardı.

Fotoğrafı Türkiye’de Caz Belgeseli’nin Facebook sayfasında görünce eski bir dostla karşılaşır gibi duygulandım. Ortada, açık takım elbiseli adam caz piyanisti Dave Brubeck, saat dokuz yönündeki, hafif öne eğilmiş müzisyen ise Alaaddin Hocam’dır.
Belki bir başka ülkede yaşasa efsane olabilecekken, hayatının son yıllarını özel derslerle geçiren hocam.

Daha dün gece kapıları kırılan Boğaziçili gençlerimizi, sanat yapmak isteyen yaratıcı çocuklarımızın halini gördükçe anlıyorum: Bu ülkede, belki de hiçbir şey değişmeyecek.

Hocamı özlem, minnet ve rahmetle anıyorum. O Türkiye’nin unutulmuş, büyük sanatçılarından biriydi.

 

 

Aldaus Huxley

 
 

Türkçe yayınlanan bilimkurgu kitapları biriktirirken eksiklerimi belirlemek, neler almam gerektiğini tespit edebilmek için bulabildiğim tüm kaynakları tarayıp bibliyografyaları incelemiştim. Bilimkurgu eserleri yanı sıra, bilimkurgu yazarlarının başka türlerdeki eserlerini de belirleyip topluyordum. Bu konuda yeterli çalışma yok, erken dönem bibliyografya taslaklarının internetteki bölük pörçük bilgilerle derlendiği çalışmalar var ama yetersiz. Dört başı mamur, hiç şüphe duymaksızın takip edilebilecek bir liste yok. Ara ara hiçbir yerde adı zikredilmemiş eserler bulmak mümkün olabiliyor bu yüzden.

 

Yukarıdaki eser de bu tip keşiflerden. Jokont Gülüyor, Aldous Huxley'nin Can Yayınları tarafından Mona Lisa Tebessümü olarak 2005'te basılan eserin ilk edisyonu. Durumu biraz karışık. Müstakil olarak hiç basılmamış, 1938 yılında Kurun Gazetesi tefrika etmiş. Muhtemelen bir kitap sever tarafından ciltlenerek muhafaza edilmiş. Sonra kütüphaneye girmiş, ardından tasfiye edilmiş. Çevirisi, o dönem birçok klasiğin tercümesinde ismi geçen İbrahim Hoyi. Normalde bir kusur olarak görülebilirdi ama yazarın isminin yanlışlıkla Aldaus olarak yazılması da ayrı bir güzellik katmış.

 

Eser hakkında Google'daki tek bilgi İstanbul Üniversitesi'nin dijital gazete arşivindeki Kurun gazetesinin nüshalarında bulunuyor, yani tefrikanın kendisi. Buradan iki çıkarım yapmak mümkün: Her ne biriktiriyorsak biriktirelim, takip edebilmek için bibliyografyalara ihtiyacımız var. Arşiv tutmak iyi ama dijitalize edilmişi daha da iyi.

 

 

Aventures d’Arthur Gordon Pym. Edgar Allan Poe. Çeviren: Charles Baudelaire. Paris: Michel Lévy frères, 1858. 183 s. 18.5×11 cm. Şahıs cildinde. Charles Baudelaire’in çevirdiği Edgar Allan Poe kitabının Fransa’daki ilk baskısıdır. Kondisyonu: İyi

 
 
Bizi Instagram'dan takip etmek için tıklayınız
 
 
Erken Dönem Tıp Kitapları
 
 

Cumhuriyet dönemi ve sonrasında yayınlanan birçok tıp kitabını NadirKitap.com dükkanımızdan inceleyebilirsiniz. İmzalı kitaplar, taşra baskıları, Türk tabiplerin yurtdışı yayınları, üniversite ve klinik yayınları, ayrıbasımlar ve tıp literatürüne yapılan ilk katkılar... Tüm kitapları görmek için tıklayınız...

 
 

 
CERRAHİ OLARAK TEDAVİ EDİLMİŞ CİLT KANSERLERİ
 

Ali Rıza Faik, Kazım İsmail [Gürkan], Evkaf Matbaası, 1929, 40 s., 16x24 cm

 

 
Satın almak için

 
BEŞİKDÜZÜ KÖY ENSTİTÜSÜNDE ATİPİK PNÖMONİ SALGINI 
 

Behiç Onul, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1949, 50 s., 16x24 cm, İmzalı

 
Satın almak için

 
Kafatası - Beyin Travmaları (Talebe, Pratisyen ve genç Asistanlar için)
 

Bülent Tarcan, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1961, 48 s., 16x24 cm, İmzalı.

 
Satın almak için
 
 
Sonsöz
 
 

Şize şurada bir mesajımız var: Mesajlarımızı arkadaşlarınızla paylaşırsanız seviniriz. Bu aralar, istatistikler mi yanıltıyor, yoksa okuma sayıları çok mu düştü bilemiyoruz. Entel Bülten’in bordrosunda çok +65 var malum. İlle gidip, belediyenin askısından okur almak zorunda kalmayalım, mecbur kalmayalım yani…

Diğeri mesajımız da; görsellere tıklarsanız bilginin kaynağına gidersiniz!

Bir ricamız da, eğer sıkıldıysanız, beğenmiyorsanız listemizden çıkabilirsiniz. Lütfen aşağıdaki Unsubscribe düğmesini tıklayın. Ancak bizi spam olarak işaretlemeye, yani aşağılamaya gerek yok. Lütfen unutmayınız ki okumayacaksanız, siz de bizim için yük durumundasınız; size bu mesajı sağlıklı göndermek için epey bi para ödüyoruz.