Sopalılar - Sopasızlar

Sopalılar - Sopasızlar

Sevgili dostlar

Başlığı görüp 3. sayfa haberi bekleyenler yanılıyorlar. 'Halaybaşı kim olacak kavgasında iki mahalleyi çevik kuvvet ayırdı!' veyahut 'damadın arkadaşları hazırlıklı gelmiş' filan gibi. Son günlerde bu tip fazla örnek vermek istemiyoruz, çünkü içimiz acıyor vuku bulanlardan.

Başlık Doğan Hızlan üstadımızın Ocak 2000 tarihli bir köşe yazısından. 'Bildiğiniz üzere - belki de bilmiyorsunuz- müzayedeye katılanlar ellerine, ucunda numara yazılı bir sopa alırlar, buna da müzayede terminolojisinde bayrak denir. Eli bayraklılar, eli sopalılar ne derseniz deyin. Sopa sözü de hoşuma gitti' diyor ve tecrübeli arkadaşlarından edindiği bilgilere göre sopasızlar da kendi içlerinde sınıflara ayrılıyor: 1) gerçekten sanata meraklı olup da, müzayededen mal alacak kadar parası olmayanlar.... oradaydım diyebilmek. Sanat yazarları öğrenciler' filan diyor. '2) Acaba fotografım çıkar mı diye müzayedeye koşanlardır' burada tabii ki baba sanat müzayedelerinden bahsediyor. 400 bin liraya Doğançay 2,800,000 TLye Halil Paşa filan satılan. Tabii bizim diğer müzayedeleri bilmez üstad, piramidin daha alt tarafındaki. Malını koyan esnaf, tek tek iki bin lotun fiyatını kaydedip kendi fiyatını ona göre ayarlayacak olan diğer bir sınıf - valla onlara da sahaf deniyor ama -; malları müzayede girmiş olan ihtiyar teyze veya amcalar; müzayedeye mal koymayı amaçlayan ve fakat karar veremeyenler. Sadece katalog toplamak için gelenler mi, onlar da var galiba.

"Sopalılar: 1) Sahici müzayede müşterileri...Hatta...başkaları onlar adına sopa kaldırır. 2) Bu maddede yer alanlar sanat falan düşkünlüğü yoktur, hata sanat umurlarında değildir. Bunca parayı da zevk için vermezler... Onlara teşhirci diyen de vardır 3) Sıra geldi kalabalığın en gösterişçi takımına: antika alacak ne paraları vardır ne de zevkleri...Sopaları vardır ama hiç kullanmazlar. Haftalık dergiler veya Televole gibi programları takip ederler bütün hafta çıktılar mı diye.. 4) Tüccar sopalılara gelince... Bunlar kar için alırlar, ama tüccar sözünden hoşlanmazlar, yatırımcı (investor) olarak anılmak isterler." Şimdilerde iş tabii ki durum daha da beter olmuş gibi görünüyor. Şöyle, birinci sopalılar asla müzayedede görünmüyorlar. Tamamen telefon veya elemanları vasıtası ile katılıyorlar. Dördüncü maddeye eklenmiş dörtbuçukuncu sınıf diyelim; pedalcılar ki bunlar bir şekilde niyetli olan alıcının niyeti doğrultusunda azami parayı harcayabilmesi için sopa tutarlar.

Doğan bey şöyle bitiriyor: "Bir daha müzayedeye gidersem, gene de elime bir sopa alacağım. Yapışmaz ya. Potansiyel alıcı görüntüsü, kompleksten kurtulmanın en sağlam yolu."

Şimdi soruyoruz, siz sopalılardan mısınız yoksa sopasızlardan mı?

Sopalılar -sopasızlar. Onbirinci kat yazıları. Doğan Hızlan. 2001 Doğan Kitap. s. 205

Küçük bir ukalalık:  Bayrak kelimesi yurt dışında  'paddle' tabir edilir, ve malum-u aliniz paddle bizim Teksas Tommiks (daha çok çelik bilek ve rodi'nin) kayıklarındaki (kanolardaki?) kullandıkları küreklere verilen ad. Yani aşağıda Kaptan Swing'in elindeki!

Bu hafta lafı fazla uzatmıyoruz. Saatleri Ayarlama Estitüsü Flamingo dramından dem vurmuş, doktor haftalar sonra Cugara mevzuuna girmiş iken uzatmamak gerek. Seyfettin bey müthiş bir Kuran-ı Kerim kopyası ile ilgili terennüm ediyor. Ancak haftaya ölmez sağ kalırsak Timbuktu ile ilgili bir şeyler daha yazacağız. 'Hazırlıklı gelmeniz için daha evvel yazdıklarımızı bir okuyuz. Sonradan hocam bilmediğimiz yerden geldi' filan muhabbeti olmasın.

Daha evvel Timbuktu ile ilgili yazdığımız Entel Bülten

Haftanın Şiiri

"İLKYAZ
İlkyaz da geldi geçiyor 
Kitaplarım darmadağın."
Melih Cevdet Anday, 1989

 

Entelist sitesini bir tıklayarak neler olduğunu hala merak etmediyseniz

 

SEYFETTİN ÜNLÜ

Yazmadan Baskıya

KOLEKSİYON DEĞERİ VE KEVORKIAN MUSHAFI

Koleksiyon oluşturmanın para ile orantılı bir ilişkisi var mıdır? Bu soruya
verilecek cevaplar; oluşturulacak koleksiyonun içeriği, kapsamı, bulunabilirlik
özelliği gibi ayrıntılara göre değişir. Şüphe yok ki şayet bir koleksiyon yapmayı
hedef olarak önümüze koymus isek kapılar açılmaya başlar. Ruhi dinginliğin
şartları dahilinde kimi zaman uygun bir bütçe ile, kimi zaman karşımıza çıkan bir
fırsat ile, kimi zaman da bir takım özverilerde bulunarak elde ederiz koleksiyona
konu olacak özneyi . En güzeli ise bir düş kurup, rüya ikliminde hazır ve dört başı
mamur biçimde kitaplara birden bire toplu olarak kavuşuvermek. Rüyadan
uyanınca da bir ev dolusu koleksiyona gerçekten kavuşmuş olduğunu hissetmek.
Bu mümkün mü? Paşa dedemizden bir koleksiyon intikal etmediyse elbette
mümkün değil. İnsan çalıştığı oranda ilerleyebilir, koleksiyonda koleskyiyonerin
gayreti oranında gelişebilir. Bütün bunları yazmama sebep iki husus oldu, biri
yıllar evvel pazar günleri Ptt arkasında kurulan Kadıköy sahaf sergilerinden 20
liraya Mehmet Akif’in ıslak imzalı Gölgeler Kitabı’nı (Safahat’ın 7. Eseri)
edindiğimi hatırlamıştım. Işte bu sadece karşımıza çıkan bir fırsattı. Buna
erişmek kolaydı. Asla erişemeyeceğimiz ve fakat bilgisine ulaşarak dağarcığımıza
katkı sağlayacak ikinci husus ise; Christies Müzayede Evi tarafından 2 Mayıs
2019’da yapılacak İslam eserleri müzayedesinde yer alan bir yazma Mushaf.
Efendim bu mushaf tam anlamı ile müzelik. Koleksiyonlar üstü (tabi bütçe
meselesi!) bir şaheser.
68 x 45.5 cm ebatıyla folio boy her sayfası klasik tezhip geleneğinin birbirinden
farklı özellikler barındıran girişi fevkalade müzeyyen durumda hicri 894 ve
milady 1489 yılına tarihlenen bu Kelam-ı Kadim, Memluk Sultanı Kayıtbay için
yazılmış. Tam bir Memluk yazma geleneği şaheseri. Cildi de dönem cildi. Eserin
menşe şehadetnamesi bilgisinde “Bir başka müzayede evi, Sotheby’s’in 26 Nisan
1982 mezatından, koleksiyoner Hagop Kevorkian tarafından alındığı beyan
edilmiş. Bay Kevorkian’a ait olması daha da ilginç bir durum. Şöyle ki
Koleksiyoner Kevorkian 1872 Kayseri doğumlu. Topraklarımızın çocuğu yani.
İstanbul Robert Kolej mezunu, 20. Yy başında gittiği Amerika’da uzun yıllar doğu
araştırmaları yapan bir sanat tarihçisi, arkeolog. Bu mushaf’ın O’nun
koleksiyonuna ait olması doğrusu mutlu etti beni. Gelgelelim Mushaf’ın takribi
çıkış değeri olarak 500.000 – 800.000 pound arası bir barem belirlenmesi ;
koleksiyon oluşturmada parasal sınır neresidir sorusuna yol açtı zihnimde. Bunun cevabı yok zaten. En iyisi burada durup, Enis Batur’un Kitap Evi romanını okumak. Biliyorsunuz o romanda kahramanımıza büyük bir kütüphane miras kalır. Herşeyi içeren büyük bir kitap koleksiyonu. Kimbilir belki de içinde bumushaf da varmıştır o koleksiyonda.

Pey vermek isteyenler için Mushaf’ın bilgi linki şuracıkta
efendim:

Bu mÜthiş Mushaf'ı Christie's katalogunda incelemek için tıklayınız

 

Haftanın Kitabı (ve acınacak kaderi) : Anna Karenina

 

Saatleri Ayarlama / Time Regulation Enstitüsü / Institute   bay / by seçkin çekirdekçi  

Flamingoları da vururlar...

Sevgili dostlar,

Bugün içimden pek birşey yazmak gelmiyor, aslında ne zamandır böyle ama biraz da bu yüzden bu yazılar yazılıyor ya... Gözümün önüne Aksaray’da avcıların vurduğu flamingolar, zehirlenen sokak köpekleri, Küçükçekmece’nin ve diğer tüm çekmecelerin arka sokakları, bağıran liderler, yükselen kurlar filan geliyor, kurtulamıyorum. 

Birkaç günlüğüne ailemle Paris’e geldim, Fransız Sinemateki’ne ya da Picasso Müzesi’ne gidememiş olsam da, şehrin neredeyse tüm atlıkarıncalarını ziyaret ettik. Mesela Vilayet Binası’nın önündeki, Eyfel’in karşı kıyısındakinden daha pahalıymış, çocuklu aileler için, hele hele Euro’nun şahlandığı günümüzde çok önemli olabilecek bu bilgiyi öğrendim, Entel Bülten okuyucularını da bu kıymetli malumattan mahrum etmek olmaz. (Fiyat aynı ama bir tanesi daha kısa sürüyormuş, malum bizim Kayserililer burada atlıkarınca işletmeye başlamışlar demek). İnsan, vaktini böyle geçirmekten elbette biraz pişmanlık hissetse de, şu atlıkarıncalardan ve sirk müziklerinden ve çocuk çığlıklarından ve yakında evlenecek kızların arkadaşlarıyla attıkları kahkahalardan tuhaf bir zevk almıyor da değil.  Ama aklım neticede hep başka yerlerde. Memleket insanı terk etmiyor. 

Bir galeride Ed Lachman’ın Todd Haynes filmi Far From Heaven’ın çekimi sırasında yakaladığı kareleri gördüm, bana Norman Rockwell’in Amerikasını ve Michael Powell- Emerich Pressburger filmi Kırmızı Pabuçlar’ın Jack Cardiff imzalı sinematografisini hatırlattı. Bir de, Julianne Moore’a sarılan küçük balerinle aramızda bir bağ var sanki: Bazıları gayet güzel bale yapıyor sahne ışıkları altında, bize de, ülke olarak hep bir teselli aramak düşüyor, dışarıdan ve yalnız. 

Hayat bir garip. Birbiriyle hiç bağlantısı olamayacak şeyler gün geliyor birilerinin zihninde sıkı sıkı kenetleniyor. “Pembe flamingolar ve Küçükçekmece” gibi. Ne hüzünlü bir şarkı ismi olurdu.

 

Doktorunuz diyor ki:
 

Prof. Doğan Şenocak

Öksürüğü ta sokaktan duyulan genç adam nefes nefese muayene odasına girip biraz soluklandıktan sonra, “Doğan abi öleceğim öksürükten, kurtar beni lütfen “dedi. Yakın zamanda kısa dönem bedelli askerlik yapmak üzere Burdur’a gittiğini biliyordum, “herkes gibi sen de koğuştakilerden kapmışsındır bir şey, kaç kişiydiniz odada ?”  diye sordum, sonra da yakın zamanda edindiğim tecrübeye dayanarak “sen de sigaraya başladın mı oralarda yoksa? ” diye şaka yollu devam ettim. Hayretle yüzüme bakıp “nereden anladınız ?” diye sordu, “bugün hiç içmedim daha ama üstüme mi sinmiş kokusu ?” Hayır, koku üstüne sinmemişti ama bu son 6 ayda o kadar sık karşılaştığım bir durumdu ki artık kapıdan içeri öksürerek giren her genç adama askerden mi geldiğini ve sigaraya başlayıp başlamadığını sorar olmuştum. Bir tanesi askerlik deneyimini “bütün gün ‘hazır ol, rahat, çök, sigara yak’ komutları dışında hiçbir şey yapmadan geçirilmiş bir 21 gün” olarak tanımlamıştı. Hayatında hiç sigara içmemiş genç adamlar alışkanlıkları olmuş olsa belki de kurtulabilmelerinin sağlanabileceği tek ortamda neredeyse zorla sigara tiryakisi yapılıyordu.

Dünya sağlık örgütünün yılda 6-7 milyon kişinin ölümüne neden olduğunu tahmin ettiği ve en önemli “önlenebilir” ölüm sebebi olarak kabul ettiği bu alışkanlığın tarihi İspanyolların Amerika topraklarına ayak basmasıyla başlıyor. Servet hırsıyla yenidünyanın tüm nimetlerini sömürmeye hazır bu açgözlü güruhun hemen dikkatini çekiyor yerlilerin bu yaprağa olan bağlılığı. Şaşırtıcı da değil bu çünkü gittikleri her yerde yerliler kutlamalarda ya da barış için yakıp dumanını çekiyorlar, tozunu burunlarının içine çekerek kötü ruhları kovuyorlar, bir yerinde yara mı var, hemen yapraklar biraz ıslatılıp yaranın üstüne, ağrıyan eklemin etrafına sarılıyor, dumanı da sanki biraz keyif veriyor, baş döndürüyor. Karaipler’de yaşayan yerliler dumanı çekmek için kullandıkları ağızlığa Taino dilinde “tabago” diyorlar, bazı başka adalarda da tüttürmek için hazırlanan sarmalara “tabaco” deniyor. İspanyollar geri döndüklerinde o kadar heyecan ile bahsediyorlar ki bu tobaco dedikleri bitkiden, Kral 2.Philip derhal getirilmesini emrediyor ve Toledo’nun dışında pek de verimli olmayan bir vadinin bu bitkinin yetiştirilmesi için hazırlamasını emrediyor. Vadinin verimsizliğin esas sebebi ağustos böcekleri tarafından her sene talan ediliyor olması ve söylendiğine göre böcekler her nedense genel olarak bu bitkiden uzak duruyorlar. 1560 senesinde Los Cigaralles vadisinde ilk kez tütün tarımı başlıyor. Cigarra ağustos böceğinin İspanyolcası bu arada, bugün tüttürülen sigaraların adının vadiye ya da böceklere bir referans olduğunu düşünmek için de çok hayalperest olmaya gerek yok.

Yenidünya’dan gelen her bitki gibi tütün de yüzyıllardır hastalarını kanatmak, kusturmak, banyoya sokmak ve ellerini tutmaktan başka pek de yararlı olmayı başaramamış doktorların ilgisini çekiyor. Her derde deva  yeni bir Panacea bulmuş olmanın heyecanı tüm Avrupayı sarıyor bir anda. Fransa’nın Lisbon büyükelçisi de çok meraklı bu tip yeniliklere, kendi başına tütün yaprağını kullanarak değişik ilaçlar üretmeye ve bunları zavallı hastaları üzerinde denemeye başlıyor ve sanki başarılı da oluyor. 1561’de Fransa’ya döndüğünde Kraliçe Catherine’in geçmeyen baş ağrılarını tütün tozunu burnundan çekmesiyle geçirince o bir anda kahraman, tütün bir anda tüm kraliyet ailelerinin yıldızı oluyor. Jean Nicot tütünün popülerleşmesi için o kadar önemli bir rol oynuyor ki 1773 yılında bilinen tüm bitkilerin isimlerini standardize etme amacıyla yola çıkan İsveçli botanist Linneus tütün bitkisineNicotiana adını vererek onun adını ölümsüzleştiriyor.

Sonraki bir süre harika ilaçlar ve doyumsuz keyif verici maddeler arasındaki yerini sağlamlaştırarak geçiyor tütün için. Tek tük aksi görüşte olanlar da olmasına rağmen akla hayale gelebilecek her türlü hastalık için kullanılıyor ama 1700’lerin sonuna doğru tedavi edici pek bir etkisi olmadığı anlaşılıyor. Dumanının bir dezenfektan olarak kullanılması ise daha uzun yıllar sürüyor, öyle ki çiçek ve  veba salgınlarında çoluk çocuk demeden herkese neredeyse zorla sigara içiriliyor 1800’lerin sonuna kadar, kolera salgınlarında hasta odaları tütün dumanıyla temizleniyor.

20. Yüzyılın başına gelindiğinde artık keyfi verici bir madde ve önemli bir ekonomik getiri kaynağı olarak vazgeçilmez bir endüstri oluyor tütün. İç savaş yorgunu Amerika’nın güney eyaletlerinin, özellikle Virginia’nın ayakta kalabilmesi tütün endüstrisi ile olabiliyor. Sigara tüketen nüfus dünyanın tamamında hızla çoğalıyor 20.yüzyıl ilk yarısında ve tütün ve ürünleri devletler ve yenidünyayı soyup soğana çevirenlerin torunları için vazgeçilmez bir kaynak oluyor. Ordular askerlere bedava sigara dağıtıyor, erkekliğe geçişin bir nişanesi oluyor neredeyse sigara. 1930’lara gelindiğinde ABD’de erişkin nüfusun E’i düzenli olarak %8 kadarı da arada sigara içiyor. Dikkatli bazı gözler ise 20.yüzyıl başına kadar çok nadir bir hastalık olan akciğer kanserindeki artmayı anlamaya ve sigarayla bağlantısını kurmaya çalışıyorlar. Önceki yüzyıllarda hemen hiç bilinmeyen bu hastalık birden salgın gibi her yere yayılmaya başlıyor 20 yüzyıl başlarında. 1930-1955 arası bu ilişkinin doğruluğunu fark edip insanlığı uyarmaya çalışanlarla korkunç karlı bir endüstrinin bu gerçeği karalama kampanyası arasında geçiyor. Titiz araştırmaların kanser ve kalp hastalıklarından ölümlerle sigara kullanımı arasındaki ilişkiyi artık kesin olarak kurduğu yıllarda endüstrinin devleri de gazetelerde reklamlarını doktorları kullanarak yapıyorlar. 1954’de yaptıkları araştırmayla ABD sağlık bakanlığının sigarayı zararlı maddeler arasına almasını sağlayan  Dr.Hammond ve Dr.Horn basın toplantısında sigarayı bıraktıklarını pipo içerek duyururken doktorların halen @ kadarı sigara içmeye devam ediyor, ` kadarı da sigara kanser arasındaki ilişkinin şüpheli olduğunu düşünüyor. New York Times gazetesi 1963 yılında, o “sözde” kanser korkusuna rağmen Amerika’nın 7 yıldır üst üste artan sigara tüketim grafiğinden ve yükselen fiyatlara rağmen o yıl 630 milyar sigara satıldığından bahsediyor. Sigara endüstrisinin aslında gerçeği fark etmiş olmasına rağmen sigaranın masumiyetini savunabilmesi 1980’lere kadar sürüyor. Bir araştırmacı söz konusu tütün değil ıspanak olsaydı kimse bir daha ıspanak yemezdi diyor konuyla ilgili ama artık sağlığa verdiği zararlar gayet net bir şekilde bilinse de tüketim özellikle kalkınmada geri kalmış fakir ülkelerde tüm hızıyla sürüyor. Dünyada halen yılda 5 trilyon sigara dakikada 20000 sigara sarabilen makinalar tarafından üretiliyor. Üretimin ve tüketimin yarıya yakını Çin kaynaklı bu arada, geçen yıl 3 trilyon adete yakın sigara içmiş Çinliler. Yılda 6 milyon kişinin sigaraya bağlı hastalıklardan öleceği ve üretici firmaların sigara başına 1 cent/ 6 kuruş kazandığından yola çıkarak her ölümden 10000 dolar kar ettiklerini hesaplamışlar sigara şirketlerinin, silah endüstrisinden bile karlı sanki.

Ben herkesin az çok sigara içtiği bir evde büyüdüm 1960’lı yıllarda. İlk denemelerimi 13-14 yaşlarımda yaparken yakalandığımda evimizin  emektar yardımcı kızmak bir tarafa “oğlum artık erkek olmuş” diyerek takdirle karşılamıştı yaptığımı. Babam İstanbul’un pahalı bir semtinde, duman altı olmuş muayene odasında hasta bakar , ben mecburi hizmetimi yaptığım SSK dispanserinde sigaramdan bir nefes çeker ve aksi aksi sorardım hastalara sigara içip içmediklerini. Uzmanlık eğitimimde  her ameliyat çıkışı sigara molası verir, öyle dönerdim ameliyathaneye. Belli ki sadece eğitimin yetmediği bir durumla karşı karşıyayız bu durumda. Amerika yolculuklarında sigara içebileceğim ya da her aklıma geldiğinde satın alabileceğim bir yer bulamamak, içebildiğimde zavallı bir tiryaki bakışlarını üzerimde hissetmek zaten giderek rahatsız etmeye başlamıştı alt benliğimi ama benim gözümü esas korkutanın gırtlak kanserli hastalarımız arasında hemen hiç sigara içmeyen olmaması oldu diye düşünüyorum.

İnanılmaz kazançlı bir endüstrinin halen kurbanlarına ölüm saçmak için çabalamaya devam ettiği günümüzde hepimize herkesi bu konuda aydınlatmak ve korkutmak düşüyor. Jean Nicot bugün hayatta olsaydı yapacağı ilk iş adının bu insanlığın başına gelmiş en büyük bela olarak sayabileceğimiz bitki ile beraber anılmasına itiraz etmek olurdu diye düşünüyorum. Umarsızca ve belki de çaresizce içmeye devam edenlerin çoğu ağustos böceği ile karıncanın hikâyesindeki gibi yakın bir gelecekte başlarına gelmesi olası olumsuzlukları görmezden gelerek yaşamlarını ve sağlıklarını tüketiyorlar ellerindeki cigarra’yı tüttürürken.

DrDŞ

 

 

 

Cemal Süreya. Beni Öp Sonra Doğur Beni. İstanbul: E Yayınevi, 1973. İlk Baskı. 118 s. 19.5 x 12 cm. Karton Kapaklı Orijinal Hali ile.

 

 

KUŞOĞLU, M. ZEKİ Osmanlı Kartvizitleri - Hamid Aytaç, M. Halim Özyazıcı ve Arif Hikmet Bey'in Kartvizit ve Hat Örneklerinden Bir Derleme. İstanbul: Zafer Yayınları, 1996. 144 s., renkli ve s/b resimli. 28x20 cm. Yayıncısının şömizli orijinal cildinde. ISBN 9754371326

 

Elleri Var Ellere Benzemez. Yeditepe Şairlerinden Elyazısı Şiirler - Arşiv Sergisi [Sergi kataloğu]

Üç Dinin Buluştuğu Kent: İstanbul. SEZER, SENNUR - ÖZYALÇINER, ADNAN: İnkılap Yayınları, 1996. 360 s., renkli resimli. 32x22 cm. Yayıncısının orijinal cildinde.

Çankaya Müzayede'nin tüm satışları bu akşam saat 22.30 da sona eriyor. tekmili 4 müzayede. Sonra niye hatırlatmadın yaaa. Bir çok alacak malzeme vardı demeyiniz.

Eğer Buraya kadar okudunuz ise:

Sevgili dostlar yine bir iki küçük notumuz var. Her zaman olduğu gibi:

Geçtiğimiz haftalardaki bültenleri okumayı unutan, üşenenlere bir şans daha tanıyoruz. Aşağıdaki linkte 21 Nisan tarihli bülten var. Hattaburaya da tıklayabilirsiniz.

Geçtiğimiz Haftanın Entel Bülteni için tıklayınız

Her zaman hata yapma ihtimalimiz var, bilgi ve usul olarak. Hoşgörünüze sığınmak boynumuzun borcu! Ancak asla politika ve tartışma ortamında bulunmak kat'iyen arzu etmiyoruz. Her türlü uyarı ve takdir mesajı bizi sevindiriyor.

Diğeri de; görsellere tıklarsanız bilginin kaynağına gidersiniz veya www.entelist.com adresine!

Bir ricamız da, eğer sıkıldıysanız, beğenmiyorsanız listemizden çıkabilirsiniz. Lütfen aşağıdaki Unsubscribe düğmesini tıklayın. Ancak bizi spam olarak işaretlemeye, yani aşağılamaya gerek yok. Lütfen unutmayınız ki okumayacaksanız, siz de bizim için yük durumundasınız; size bu mesajı sağlıklı göndermek için epey bi para ödüyoruz.

İlgi ve desteğiniz için çok teşekkürler! Yorumlarınızı ekber.and@gmail.com adresine yazabilirsiniz.

Şerefimizle temin ederiz ki, fotoşop (veya benzeri) bir oyun yok. Bu harbiden bir kitabevidir.

Sahibi tarafından artık kullanılmaz diye bırakılan bu kitabevi bir STK tarafından işletilmektedir, İngiltere'de. Galiba omurga eğrilikleri tedavisi ile ilgili bir kuruluş. Hiç de komik değil, gerçek görüntüdür.