Wallerstein’in ardından
Immanuel Wallerstein öldü. Hoş; eser sâhibi insanlar için “öldü” demek bâzı açılardan biraz tuhaf kaçıyor. Herbiri düşündürücü, kavratıcı ve ilham verici onlarca kitâbı, sayısız makalesi, konferans kayıtlarıyla Wallerstein külliyâtı ortada, “duruyor” ve kendisini yaşatıyor.. Üzüntü verici olan artık yazmayacak olması.
I.Wallerstein; Andre Gunder Frank, Samir Amin, Giovanni Arrighi ile berâber “Dörtlü Çete” olarak bilinen ve hepsi de aşağı yukarı 1920-1930 doğumlu olan bir çevrenin hayatta kalan son mensubu idi. Bu isimler aslında farklı konulara ve alanlara yoğunlaşmıştı. Meselâ A.G.Frank Lâtin Amerika, Samir Amin ise Afrika üzerine çalışıyordu. Ama yaklaşımlarındaki ortak noktalar onları biraraya getirdi. New York Üniversitesi’nde, Binghampton’da buluştular. Onlara başta Terence Hill olmak üzere çok sayıda başka akademisyen de katıldı. Wallerstein ve Hill eski arkadaştılar. Her ikisi de anaakım Amerikan sosyal bilimciliğinin en kapsamlı ve öncü eleştirisini yapan C.W.Mills‘in öğrencisiydi. Bu akademik çevre, ABD’deki anaakım sosyal bilimi yüzeysel buluyor ve Kıt’a Avrupası’nın geleneklerine yakın duruyorlardı. Biraraya geldikleri enstitünün adının Fernand Braudel Enstitüsü olması da bunu gösteriyor. Hoş; zaman içinde bu isimler teorik-analitik anlaşmazlıklara düşüp birbirlerinden koptular ve ayrı kulvarlara yöneldiler.
Wallerstein üç temel kaynaktan beslendi. Bunlar sırasıyla Annales Tarih Okulu’nun temsil ettiği Târihsel Yapısalcılık, Marksizm ve Bağımlılık Okulu’ydu. Marx tesirinin, eleştirel bir seviyede olduğunu; fonda kaldığını, ama diğer ikisinin daha etkili olduğunu düşünüyorum. Wallerstein, anaakım sosyal bilimlerin bir “dünyâ” kavrayışı geliştiremediğini, dünyâsal bağlamın sözüm ona kurulmaya çalışıldığı çevrelerde (modernleşme kuramı veyâ ulus devlet merkezli çalışmalarda) ise mukayeseci-ayrıştırmacı yaklaşımın sakatlıklarının hâkim olduğunu düşünüyordu. Marx sınıfsal-toplumsal analizler yapıyordu; ama analizleri dünyâsal ölçekten yoksundu. Avrupa merkezli düşünüyor; dünyânın geri kalan coğrafyalarını analizlerine katamıyordu.
Wallerstein, uzun ve büyük bir emek mahsulü olan bir modern dünyâ târihi yazmaya koyuldu. 4 cillten oluşan, insanlık târihinin son 500 senesine odaklanan Modern Dünyâ Sistemi başlıklı Magnum Opus’u, bütün otoriteler kabûl eder ki, eşine az rastlanır kapsamda bir târih çalışmasıdır. Wallerstein, bu çalışmasında kapitalizmin sâdece toplumsal-sınıfsal bir işbölümü olmadığını, küresel bir işbölümüne ve karşılıklı bağımlılıklara izdüştüğünü ortaya koyar. Toplumsal -sınıfsal ölçek bunun sâdece bir yüzüdür. Dünyâ daha kapsamlı ve derin olarak Merkez-Yarı Merkez ve Çevre dünyâlar olarak ayrışmış ve örgütlenmiştir. Artık soyut veyâ dar kapsamlı olarak kapitalizmden değil; hegemonik olarak kurulan “Kapitalist Ekonomi Dünyâ” dan bahsedeceğizdir. (Bu aynı zamanda, bir evvelki nesilden Edward Shils’in geliştirdiği ve sosyolojizmde takılı kalan Merkez -Çevre ilişkilerinin de küresel ölçekli yorumudur). Son 500 senelik târihin ürünü olan, ekonominin merkezde olduğu ve diğer yapıları kendisine göre şekillendirdiği bir dünyâdır bu. Bağımsız mini ekonomilerin veyâ siyâsal,askerî bürokratik yapıların hüküm sürdüğü toprak ekonomilerinden çok farklıdır. Diğer taraftan hammadde, mâmûl madde ve işgücünün birikim ve dolaşım süreçleri eşitsiz ve giderek daha da eşitsiz olan bir dünyâyı karakterize etmektedir. Yarı Merkez ve Çevre ülkeler, Merkez ülkelere, eskimiş teknoloji ve üretim kollarının çöplüğü ve ucuz işgücü olarak destek verir. Kapitalizmin çevrimsel mânâda ve karmaşık bağımlılık ilişkileri üzerinden süregitmesi için bu elzemdir. Burada bağımlılık vurgusu mühimdir. Çünkü ideolojik olarak ayrışmış gözükse de, bu dünyâ tektir ve karşıtları da sistemik kılar.
Wallerstein târihsel zamâna üç boyutlu bakar. Olayların târihi, çevrimlerin târihi ve ebedî zaman . İlki, avâmın târih zannettiği ve ötesine gidemediği bir zamandır. Üçüncüsü ise bilgelerin işidir. O, ikincisi ile alâkadar olur. Çevrimsel târih aynı zamanda bir krizler yumağıdır. Burada,Kondratieff’in kriz dalgaları kuramına başvurur. Kendi asimptotunda kendisini sonsuzlaştırma iddiasında olan kapitalizm ebedî değildir. Başta Marx olmak üzere deterministlerin iddiasının tersine kapitalizmin sonunu getirecek olan ,işçi sınıfının mücâdeleleri değil, sistemin kendi yapısal krizleridir. Arrighi ile birlikte yazdığı Sistem Karşıtı Hareketler kitabında, sosyalist veyâ ulusal hareketlerin nasıl sistemik kılındığını gösterir. Wallerstein, ulusal veyâ sınıfsal ideolojik yapıların sisteme herhangi bir tesirinin olmadığını, tam tersine onu beslediğini iddia eder. ABD hegemonyası ağır bir yapısal-çevrimsel krize girmiştir ve buradan çıkışı yoktur. Sistemin çöküşünün ardından bunun yerini alacak olan ise belirsizdir. Merkezî olarak yapılanan işçi sınıfı mücâdelesi içinden çürümüştür. Yapılacak şey, dezavantajlıların “kelebek etkisi “ doğuran karşı çıkışlarıyla, bu çöküşün içinden bir çıkış yolu bulmaktır.
Beni bugüne kadar Wallerstein’in tahllilleri etkiledi. Tabii ki eleştirilecek tarafları var. Onu, başta Ernesto Laclau, Robert Brenner gibiler eleştirdi.Andre Gunder Frank ve Giovanni Arrighi gibi eski yol arkadaşları da. Bu eleştiriler son derecede kıymetli ve zenginleştirici. Benim anlayamadığım ise, eski sistem karşıtı hareketleri son derecede derinlikli eleştiren Wallerstein’in, ucuz bir Marcusecilikle nasıl olup da post modern sistem karşıtı hareketlere sempati duyabildiğidir.
Wallerstein’in Türkiye’de de tesiri oldu. Ama daha çok Osmanlı târihi alanında. Ali Kazancıgil, Çağlar Keyder ve Huricihan İslamoğlu Wallerstein’den hayli beslendiler. İslâmi çevrelerde ise sâdece Mustafa Özel Wallerstein’e alâka gösterdi. Doğrusu, onca Uluslararası İlişkiler Bölümlerinde, bugün yaşanan süreçleri anlamak açısından son derecede mühim olan A.G.Frank ve Samir Amin’le berâber Wallerstein’ın ihmâl edilmesine, okutulmamasına şaşırır kalırım.
Bu büyük sosyal bilimcinin hatırası önünde saygıyla eğiliyorum. Dinince dinlensin.. Toprağı bol olsun…
Yorumlar (0)
Facebook Yorumları